31 Ekim 2013 Perşembe

Hâl Dili

Hâl Dili

Hâl Dili
Hâris el-Muhasibî k.s. şeytana karşı bizi şöyle uyarır:
“Sana karşı şeytandan daha şiddetli bir düşman yoktur. O halde ona karşı çok uyanık ve tedbirli ol. Zira o çok sinsidir, göz açıp kapayıncaya kadar insanı aldatabilir. Neticede ona uymak suretiyle ya Allah’ın gazabına uğrarsın ya da ona tabi olmayarak Allah’ın fazlıyla kurtuluşa ulaşırsın. Allah bizi iblisin ve askerlerinin şerrinden muhafaza eylesin.”
Şerhu’l-Ma‘rife

Dediklerin Doğruysa

Bir defasında Hz. Hüseyin r.a. efendimizin küçük oğlu İmam Zeynelâbidin hazretleri, bir adamın kendisini tahkir ettiğini, kusurlarını sayıp döktüğünü işitti. Adamın yanına gitti ve nezaketle şöyle dedi:
– Benim hakkımda söylediğin sözler doğruysa Allah Tealâ beni affeylesin. Yok, eğer doğru değilse Allah seni affetsin. Allah’ın selamı rahmeti bereketi üzerine olsun.
İmam Şa‘rânî, Tabbkâtü’l-Kübrâ

Üzülme, Allah Bizimle

Peygamber Efendimiz s.a.v.’in en yakın dostu, hicret ve mağara arkadaşı Hz. Ebu Bekir Sıddîk r.a. hicret esnasında Sevr Mağarası’nda iken başından geçen bir olayı şöyle anlatıyor:
Allah Rasulü s.a.v. ile birlikte mağarada idim. Bizi arayan müşriklerin ayaklarını gördüm. İçlerinden biri eğilip baksa bizi görecekti. Allah Rasulü’ne:
– Ey Allah’ın Rasulü! Onlardan biri başını eğip ayaklarının arasına baksa bizi görecek, dedim.
O şöyle buyurdu:
– Ey Ebu Bekir! Üçüncüsü Allah olan iki kişi hakkında zannın nedir? Üzülme. Allah bizimle beraberdir.
Böylece Allah Rasulü s.a.v. ona ve ümmetine Allah ile beraber olmayı, tevekkülü ve teslimiyeti öğretiyordu. Allah Tealâ Rasulü’nü müşriklerden muhafaza ediyordu.
(Buharî; Müslim; Tirmizî. Ayrıca bkz. Tevbe Sûresi, 40’ncı ayet)

Dört Dörtlük Hikmetler

Şu dört şey gözün nurunu artırır:
• Kuran-ı Kerim’e bakmak,
• Anne babanın yüzüne bakmak,
• Kâbe’ye bakmak,
• Alimlerin yüzüne bakmak.
Şu dört şey de gözün nurunu azaltır:
• Aşırı tuzlu yemek yemek,
• Güneş ışınlarına bakarak yürümek,
• Düşmanın yüzüne bakmak,
• Başın üzerine aşırı sıcak su dökmek.
Dört şey de vardır ki kalbi manen öldürür:
• Çok konuşmak,
• Çok gülmek,
• Çok yemek,
• Haram yemek.
Şu beş şey de kalbi nurlandırır:
• İhlâs suresini (devamlı) okumak,
• Az yemek yemek,
• Alimlerin meclislerine devam etmek, onlarla birlikte olmak,
• Gece namazını çoğaltmak,
• Bitkilerle beslenmek.
İmam Gazalî, Minhâcü’l-Müteallim

Hocalarımızın Kıymeti

Yahya b. Muaz k.s. şöyle der: “Size ilim öğreten hocalarınız anne ve babalarınızdan daha hayırlıdır. Zira anne ve babalarınız sizi dünya ateşinden, belalarından muhafaza eder. Hocalarınız ve alimler ise sizi ahiret ateşinden muhafaza eder.”
İmam Gazalî, Minhâcü’l-Müteallim

Hikmet Pınarı

“Kim parayı sever ve aziz görürse Allah Tealâ onu zelil eder.”
Hasan-ı Basrî k.s.
“Bir ayıbının ortaya çıkmasını istemiyorsan kimsenin ayıbını ortaya çıkarma. Başkasından kötü söz işitmek istemiyorsan kimseye kötü söz söyleme.”
İmam Gazalî rh.a.
“Müslümanın evi ne güzel uzlet yeri ve ne güzel sığınaktır! Orada dilini, iffetini ve gözünü muhafaza eder.”
Ebu’d-Derdâ r.a.

1 Haziran 2013 Cumartesi

Miraç

Miraç

Receb-i Şerif ayının en büyük hatırası hiç şüphesiz Miraç mucizesidir. Miraç, Peygamberimiz Hz. Muhammed s.a.v.’e ikram edilen en büyük mucizelerden birisidir. Bu , hicretten birbuçuk yıl önce Receb ayının 27. gecesinde gerçekleşmiştir. Allahu Tealâ,  gecesi Rasulullah s.a.v. Efendimiz’i üç müjde ve  ile birlikte ümmetine göndermiştir.
Miraç mucizesi “” olayı ile başlamıştır. İsra, gece gitmek ve götürmek demektir. Allahu Tealâ, Habibi Hz. Muhammed s.a.v.’e yaptırdığı bu gece yolculuğunu ayette şöyle anlatır:
“Kulu Muhammed’i, geceleyin Mescid-i Haram’dan kendisine bazı ayetlerimizi göstermek için, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh, uzak ve temizdir. Şüphesiz O, her şeyi hakkı ile işiten ve görendir.” (İsra, 1) İsra’dan sonra Miraç gerçekleşmiştir. Miraç yükselmek demektir. Yükseğe çıkaran araca da miraç denir. Alemlerin sahibi Yüce Allah, dostu Hz. Muhammed s.a.v.’e, gecenin çok kısa bir anında kainat sarayını ve melekût/ alemini gezdirmiştir.
Melekût Alemini Şereflendiren Misafir
Bu yolculuk ve ziyarette gökteki meleklerin reisi Hz. Cebral’i a.s. kendisine refakatçi yapmıştır. ’den Küdüs’e Burak isimli binekle yapılan yolculukta, Hz. Cebrail binitinin üzengisini, Hz.  de yularını tutmuştur. Kainatın bu en şerefli misafiri, teşrif ettiği bütün makamlarda görüştüğü peygamber, melek ve diğer varlıkları şereflendirmiştir. Yüce Allah, ona yedi kat gökleri ve içindekileri göstermiş, madde aleminden öteye geçirmiş,  aleminin sırlarını açmış, mekândan münezzeh bir şekilde huzuruna almış, cemalini göstermiş, kendisiyle selamlaşmış ve konuşmuştur.
Hz. Rasulullah s.a.v. Efendimiz bu mucizeyi saadetli ruh ve cesediyle birlikte yaşamış, görmüş ve tatmıştır. Buharî ve Müslim başta olmak üzere meşhur hadis ve tefsir kitaplarımız, bu mucizeyi detaylı bir şekilde anlatmaktadır.
Bu , bu şekliyle dünyada hiçbir peygambere verilmemiş, başka kimseye de verilmeyecektir. Fakat Allahu Tealâ, salih kullarına farklı boyut ve şekillerde miracın bir numunesini yaşatmaktadır. Yüce Allah, terbiye olup manen ilâhi huzurda kabul görecek güzelliğe ulaşan dostlarını, doyumsuz dostluğu ve mekândan münezzeh yakınlığı ile şereflendirmektedir. Yüce Allah kullarını buna davet etmiş ve o makama çıkanlara Kur’an-ı Hakim’de “mukarrebun” ismi verilmiştir (Vakıa, 12).
Hadislerde bu hal, ihsan ve müşahede makamı olarak tanıtılmıştır. Tasavvufta bu terbiyeye Seyr u sulûk ismi verilir. Arifler, Yüce Allah’ı tanımaya , O’na ulaşmaya vuslat, bütün benliği ve sevgisi ile ilâhi muhabbet içinde kaybolmaya Fenafillah, bu hal içinde kalmaya Bekabillah derler. Hepsi, ilâhi yakınlığı, aşkı ve dostluğu ifade eder.

Müminlere Verilen Üç 

Allahu Tealâ,  gecesi Rasulullah s.a.v. Efendimiz’i şu üç müjde ve hediye ile birlikte ümmetine göndermiştir:
1. Ümmetinden Allah’a ortak koşmadan ölen kimselerin affedileceği.
2. .
3. Bakara Suresi’nin son iki ayeti. (Müslim, Tirmizî, Nesaî, Suyutî)
Bu üç hediye, kıyamete kadar gelecek her mümine verilmiş en büyük hediyelerdir. Bu hediyeler kısaca, iman, namaz ve niyazdır. Bunların bu gecede ikram edilmesinin özel bir manası vardır. Onlar olmadan manevi miraç, yani Yüce Allah’a yakınlık olmaz.
Bu hediyeleri tanıyalım:

İman ve Tevhid

İman, Yüce Allah’ın kuluna en büyük hediyesi ve emanetidir. İmanın esası tevhiddir. Tevhid, Yüce Allah’ın tek ilâh olduğunu bilmek ve buna iman etmektir. Bu tevhid nuru ve şuuru olmadan Yüce Yaratıcı’yı tanımak, O’na yaklaşmak, sevilmek mümkün değildir. Bu iman ve tevhid, cennetin anahtarıdır. Zerre kadar iman, kulu cehennemden kurtarır, cennete girmeye, orada Yüce Allah’ın cemalini seyretmeye vesile olur. Kendisine böyle bir iman nimeti verilen kul, ebediyyen şükretse azdır.
Kalbe konan bu iman nurunu korumak için devamlı Yüce Allah’tan yardım istemeli, bunu her şeyden önemli ve gerekli görmelidir. İman cevherini korumanın en güzel yolu sürekli tevbe ve zikirle birlikte farz amellere devam edip, haramlardan kaçınmaktır. Sık sık imanı tazelemeli, lâ ilâhe illallah zikrine dili ve kalbi iyice alıştırmalıdır. Son nefeste bu iman üzere giden kimsenin işi kolaydır. Çünkü imanın meyvesi cennettir.

Müminin Miracı: Namaz

Namaz, kul ile Rabbinin özel buluşma anı yapılmıştır. Kul namaza durduğu zaman, onunla Rabbi arasındaki bütün perdeler kaldırılır, Yüce Allah özel olarak kuluna yönelir, onun okuduğu Kur’an’ı dinler, yaptığı zikri över, üzerine bol bol rahmet, feyiz ve nur döker, kulun da bunun farkında olmasını ister. Herkes kalbinin uyanıklığı kadar bu ilâhi yakınlığı ve özel ilgiyi fark eder. Efendimiz s.a.v., kulun Yüce Allah’a en yakın olduğu anın secde anı olduğunu belirtmiştir. (Müslim, Ebu Davud, vd.)
Namazın cennetin anahtarı olduğu müjdelenmiştir. (Tirmizî, Ahmed)
Namazın bir özelliği, içinde bütün zikir çeşitlerini bulundurmasıdır. Öyle ki, göklerde ve yerde ne kadar melek ve varlık varsa, hepsinin özel olarak yaptığı  çeşidi namazda toplanmıştır.  için edebine uygun namaz kılan bir mümin, bu namazı ile bütün varlıkların  şekliyle Yüce Allah’a şükretmiş ve hepsini temsil etmiş olmaktadır. ]“Ben Yüce Allah’a yaklaşmak, sevilmek ve O’na şükretmek istiyorum” diyen bir kulun kılacağı namazdan daha güzel bir zikir ve  yoktur. Onun için namaz dinin direği, kalpteki imanın en birinci alameti ve Allah’a yaklaşmanın vazgeçilmez vesilesi yapılmıştır.
Bu dünyada iman ve namaz emanetini koruyarak ölen kimselere Yüce Allah cennetini ve cemalini müjdelemiştir.

Kulun Rabbi İle Konuşması: Dua

Miraç’la gelen üçüncü hediyemiz Bakara Suresi’nin son iki ayetidir. Bu ayetler iman esaslarını ve ilâhi duaları içermektedir. “Âmenerrasulü” ile başlayan bu iki ayet, Yüce Rabbimiz’in bu ümmete özel ikramıdır. Bu ümmete gücünün üstünde yük yüklenmemiş ve ibadet emredilmemiştir. Ayrıca bu ümmetin unutarak veya yanılarak yaptığı kusurları affedilmiştir.
Rasulullah s.a.v. Efendimiz bu ayetlerin, kendisine Arş’ın altındaki bir hazineden verildiğini, onların daha önceki hiçbir peygambere verilmediğini belirtmiştir. (Ahmed, Hakim, Beyhakî, vd.)
Bu ayetleri gece okumak tavsiye edilmiştir. Bu ayette yapılan duaların Allah tarafından kabul edildiği müjdelenmiştir. Onların okunduğu evde şeytanın duramayacağı belirtilmiştir. Rasulullah s.a.v. Efendimiz bu ayetlerin hem Kur’an, hem dua, hem salât /rahmet olduğunu bildirmiştir. Onları okuyanı cennete götüreceğini ve Yüce Rahman’ı razı edeceğini müjdelemiştir. Bu iki ayetin öğrenilmesi, hanım ve çocuklara öğretilmesi tavsiye edilmiştir. (Bkz: Suyutî, ed-Dürrü’l-Mensûr; İbnu Kesir, Tefsir)
Kulun samimi olarak yaptığı dua ile Rabbi arasında hiçbir perde yoktur. Gönülden gelen niyazlar hemen ilâhi huzura ulaşır; Yüce Mevlâ, kulu için en hayırlı olacak şekilde dualarına karşılık verir. Yeter ki kul, isterken gafil olmasın, istemekten usanmasın.

Haya ve Vefa

Miraç’tan bize kalan iki önemli ders de Hz . Rasulullah s.a.v. Efendimiz’in hayası ve vefasıdır. Büyük arif İmam Sühreverdî k.s. der ki:
Yüce Allah, Miraç’ta hiç kimseye bahşetmediği tarifi imkansız saltanat ve nimetleri Rasulullah s.a.v. Efendimiz’e gösterdikçe, O hayasından utanıyor, başını eğiyor, önüne bakıyor, boynunu büküyor, terliyor, iki büklüm oluyordu. O boynunu büktükçe, daha yüksek makamlara çıkarılıyor, daha büyük iltifatlara mazhar oluyordu. Nihayet ilâhi huzura alındı; nihai hedefe ulaştı. “O’nun gözü kaymadı, haddi de aşmadı.” (Necm, 17) ayeti, Efendimiz s.a.v.’in bu edebini anlatmaktadır.
Kim bu edebi elde ederse, ona da olduğundan daha güzel haller verilir. Kim de ilâhi ihsan, nimet ve imkanları nefsinden bilir, kibre düşer, vereni unutur, edebi terk ederse, nimet elinden gider, geldiği yere geri döner.
Allahu Tealâ , Habibini s.a.v. Miraç’ta huzuruna alınca, Efendimiz Yüce Allah’a selam verdi; Zât-ı Bâri’yi övdü. Yüce Mevlâ da Habibine: “Ey Rasulüm ! Bütün selam, rahmet ve bereketim senin üzerine olsun” buyurdu. İşte o en özel ve mahrem anda Efendimiz s.a.v., dostlarını ve sevdiklerini unutmadı: “ Ya Rabbi! Selamın bizim ve salih kullarının üzerine olsun” diyerek, hem diğer peygamber kardeşlerini, hem de ümmetinin salihlerini o makamda zikretti. Namazda okuduğumuz “tahiyyat” işte bu dua ve selamlaşmayı anlatmaktadır. Bu tahiyyatı okuyan ümmetin de Yüce Peygamberini hatırlaması, selam verirken kalbini uyanık tutup onun zât-ı âlisine selam veriyor olduğunu bilmesi, O’nun bu vefasına karşı bir vazifedir.
Yüce Allah’tan bizi kendisine yaklaştıracak iman, ihlâs, ilim, amel ve edeb isteriz…
Dilaver Selvi


Devamını Oku: http://www.nasihatler.com/efendimize-dair/miractan-gelen-hediyeler.html

Tartışma Hastalığı

Tartışma Hastalığı
Ahmed b. Muhammed el-Mervezî rh.a. şöyle demiştir: “Birbiriyle söz yarışında bulunanlar felah bulmazlar. Aynı zamanda bid’ate düşmekten de kendilerini muhafaza edemezler.” İbn Ebu Leyla rh.a. şöyle demiştir: “Ben arkadaşımla tartışmam. Çünkü tartışmada ya o beni yalancı çıkaracak ya da ben onu kızdırmış olacağım.” Peki, biz ne diyor, ne yapıyoruz?
Sözler ve sesler hiçbir dönemde olmadığı kadar çoğaldı. Her yanımız konuşan insanlarla dolu. Üstelik, çok konuşanların tavırlarından her şeyi bildikleri intibası da uyanıyor. Birbirlerinden farklı konuşsalar bile böyle.
Nasreddin Hoca yaşasaydı, herhalde “Sen de haklısın!” sözünü en çok kullanacağı zamanları görmüş olurdu. Çünkü herkes haklı görünüyor. “Yoğurdum ekşi” diyen yok.
Gerçekten herkes her şeyi biliyor mu artık? Ne kadar mevzu varsa, bilgisi, ilmi bu insanların zihninde mi gerçekten? Elbette mümkün değil. Fakat şartlar öyle görünmeye zorluyor insanları. Bugünün geçer akçesi biliyor görünmek. Bilmiyor görünmeyi kabullenmek, bilmiyorum demek çok zorlaştı. Haliyle biliyor olmanın iddiasını sürdürmek için de sürekli mücadele etmek şart oldu. Diksiyon, hitabet, dramatizasyon, demagoji, polemik… Bu mücadelede başarıyı sağlayacak usulleri öğrenmek, tekniğine uygun gelişmek gerekiyor. En önemlisi de ne kadar az biliyor olsan da kendinden emin görünmek gerekiyor.
Neden böyle olduğu ayrı bir konu. Fakat sebep ne olursa olsun, konuşanın az dinleyenin çok olduğu günlerden, ağzı olanın konuştuğu, iddia edip tartıştığı günlere geldik. Çocuklar da dahil, insanlar yarışırcasına konuşuyor, iddia ediyor, tartışıyor.
Ama bu yarışın bir bitiş çizgisi yok. Hakikati bulmaya yönelik bir hedefi, bir gayesi de görünmüyor. Nefesi yeten, çelme takmayı da öğrenip eksiltebildiği kadar adam eksilterek öne geçmeye çalışıyor. Fakat göğüsleceği bir ip olmadığı için durmadan koşması gerekecek.
Efendimiz s.a.v.’in “Ya hayır konuş ya da sus!” mübarek emri aklımıza geliyor. Bu emre uyulsa şüphesiz herkesin aklı, kalbi huzur bulacak. Ama dile sahip çıkılmadığında akla gelen öylece çıkar ağızlardan. Sonrası tartışma, münakaşa, nice sorun, nice gürültü ve yorgunluk demek.
Üstünlük çabası
Bir keresinde İmam-ı Azam hazretleri, oğlu Hammad’ı itikadî bir konuda birileriyle tartışırken görür ve susturur. Orada bulunanlar sorar:
– Biz seni başkalarıyla bu tür konuşmalar yaparken görüyoruz. Bizi neden engelliyorsun?
İmam-ı Azam hazretleri şu cevabı verir:
– Biz konuşurken arkadaşımız kayıp düşmesin, yanılmasın korkusuyla başımızda kuş taşır gibi dikkat ediyoruz. Siz ise arkadaşınızın yenik düşmesini istiyorsunuz. Arkadaşının düşmesini isteyen, (konu itikadî olduğu için) onu tekfir etmek istiyor demektir. Arkadaşının dinden çıkmasını isteyen kişinin ise kendisi küfre girer.
Bugünün tartışmaları da İmam-ı Azam hazretlerinin yasakladığı tartışmalara benziyor. Hakikati bulma amacı yok, sadece karşısındakine kaybettirmek isteniyor. Bir savaş gibi. Bunun elbette müslümana yakışır bir tarafı yok.
İnsanı böylesine bir mücadeleye iten ana sebep, muhatabı üzerinden kendisini faziletli, üstün, doğrudan yana gösterme isteğidir. Bu, terbiye edilmemiş bir nefsin, kötü ahlâkın alametidir. Çünkü kendini daha üstün, iyi, doğru gösterme çabası kibirdir, büyüklenmedir. Kibir ise bir ateştir, kişide iyilik, güzellik namına ne varsa yakar, yok eder.
Meseleyi medenilik-vahşilik bağlamında ele alırsak, başkasını kusurlu ve kendinden düşük göstermeye çalışmak vahşiliktir. İnsan tabiatındaki yırtıcılığın bir yansımasıdır. Nefs başkasını yenmekten, kırmaktan, eziyet etmekten zevk alır. Böylece güya üstünlüğünü ispat edecektir. Ama bunu istemek bile onun düşüklüğünü, bayağılığını ispat eder.
İnsanlarla tartışan, üstünlük mücadelesine girenler nefsin helak edici kötü sıfatlarını kuvvetlendirmiş olur. Böyle davranmak, çirkinliği yanında başkasına eziyeti de kapsadığından sürekli günah olarak yazılır.
Üstün gelme mücadelesi ortamda öfkeyi artırır, muhatapları hak ya da bâtıl ayırt etmeden konuştuğunu savunmaya sevk eder. Kavga ve sürtüşmeye sebep olur. Bu da başlı başına bir eziyettir.
Diğer taraftan bu tarz yaklaşımların nerede duracağı da belli olmaz. Birbiriyle münakaşa ve mücadeleye girişen kişiler, düşmanlığın en ileri seviyesindeki kötü sözlerle konuşabilir, hasımları susturmak ve engellemek için en kuvvetli çıkışları yapabilirler, bazen kelimeler de tükenir ve fillî şiddet doğar.
Şeytanın sevinci
, kendini üstün bilmekten, yani kibirden kaynaklanır. Kibir ise her iyiliğe engeldir. İnsanın hep kendini haklı göstermesi, başkalarının kalbini kırması, gönlünü incitecek söz sarf etmesi kötü huyun en belirgin alametlerindendir. Tartışma dinimiz tarafından yasaklanmıştır. Çünkü istenilen neticeyi elde etmeyi sağlamadığı gibi münakaşa esnasında söylenen sözler, yukarıda değindiğimiz gibi üzücü olaylara ve kavgalara sebep olabilmektedir. İmam Mâlik rh.a. şöyle demiştir:
– Tartışmak dinden değildir ve din büyüklerinin hepsi bunu yasaklamışlardır. Fakat muhatapları bid’at ehli bir kimse ise, onu doğruya davet için inat, husumet ve uzatma olmaksızın, Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifleri delil göstererek konuşmuşlardır. Fayda vermeyince kendi haline bırakmışlardır.
Rasulullah s.a.v. Efendimiz ashabının tartışmasını istemez, hele dinle ilgili konulardaki tartışmalardan özellikle uzak durulmasını emrederdi.
Mesela Ebu Hüreyre r.a.’ın rivayetine göre bir seferinde Allah Rasulü s.a.v.: “Kur’an hakkında tartışmak küfürdür.” (Ebu Davud, Sünnet, 5 (nr. 4603)) buyurmuştur.
Yine Ebu Hüreyre r.a. anlatıyor:
Biz  hususunda tartışırken Rasulullah s.a.v. çıkageldi. Öyle kızdı ki öfkeden yüzü kızardı. Bize şöyle çıkıştı: “Bununla mı emredildiniz, yoksa ben size bunun için mi gönderildim! Bilin ki sizden öncekileri, dinî meselelerdeki tartışmalarının çokluğu ve peygamberleri hakkında düştükleri ihtilafları helâk etti!” (Tirmizî, , 1 (nr. 2134); İbn Mâce, Mukaddime, 10 (nr. 85))
Bir seferinde ise Allah Rasulü s.a.v. “Bir kavim, içinde bulunduğu hidayetten sonra sapıttı ise, bu mutlaka tartıştıkları için olmuştur.” diye buyurmuş ve buna delil olarak da şu ayeti okumuştur:
“Onlar, ‘Bizim ilahlarımız mı hayırlı, yoksa o mu?’ dediler. Sana böyle söylemeleri sırf tartışmaya girişmek içindir. Doğrusu onlar münakaşacı bir millettir.” (Zuhruf, 58)
Demek ki hak ve hakikat üzere bulunan toplumlar, gruplar sonradan sapıttı ise bunun sebebi, dinî emirler ve , iyi-kötü, hayır-şer şeklindeki değer hükümleri hakkında yersiz tartışmalara girmelerindendir.
Allah Rasulü s.a.v. diğer bazı hadislerinde de bizleri tartışmadan sakındırarak şöyle uyarmıştır:
“Kardeşinle münakaşa etme! Onunla alay etme! Ona, yerine getiremeyeceğin vaatte bulunma!” (Buharî, Edebü’l-Müfred, nr. 394; Tirmizî, Birr, 58)
“Allah Tealâ bir kavmi hidayete erdirdikten sonra, mücadeleye girmedikleri sürece o kavim haktan sapmaz.” (Tirmizî, Tefsir, 44; İbn Mâce, Mukaddime, 7; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/252)
“Bir kul haklı bile olsa münakaşayı terk etmediği müddetçe imanın hakikatini tadamaz.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/352, 353, 364; İbn Ebü’d-Dünya, Kitâbü’s-Samt, nr. 139, 666)
Hz. Lokman Hekim’in oğluna nasihati de kulaklarımıza küpe olmalıdır:
“Ey oğlum! Elinden geldiği kadar kavgadan, münakaşadan sakın! Dünya işleri için kendini fazla üzme! Kızdığın zaman sözlerine dikkat et, ölçülü olmaya çalış! Büyüklerin önünden yürüme! Bir kimse konuşurken araya laf sokma! Ey oğlum! Diline sahip olmayan sonunda pişman olur. Çok tartışan kötülenir.”
Süfyân-ı Sevrî k.s. de şöyle derdi:
“Münakaşa ve mücadele yapma. Haksızlık edip günaha girebilirsin. Her yerde sabırlı ol. Sabır, hayra ve iyiliğe, sonunda da cennete götürür. Hiddet ve gazaptan kendini muhafaza et. Bunlar insanı kötülüğe çeker. Kötülükler ise cehenneme götürür. Alimlerle tartışma, kıymetini düşürürsün. Allah Tealâ’nın yaptığı taksime razı olup rızkından memnun olursan, gönlü zenginlerden olursun. Cenab-ı Hakk’a tevekkül et, kuvvetli olursun. Dünya ehli ile onların dünya menfaatleri üzerinde münakaşa etme. O zaman Allah Tealâ ve insanlar seni sever. Mütevazi, alçak gönüllü ol, salih amelleri tamamlamış olursun. Merhamet edersen, her şey sana merhamet eder.”
Müslim b. Yesar rh.a. de şöyle demiştir: “Münakaşadan sakının. Zira münakaşa anı, alimin cahillik ettiği vaktidir. O vakitte şeytan alimin doğru yoldan sapmasını arzular.”
Tartışmanın terki
Konuşana karşı susmak, söyleyecek sözü olduğu halde kendini tutup sabretmek cidden zordur. Bu sebepledir ki Hz. Peygamber s.a.v. şöyle buyurmuştur:
“Hatasını anlayıp tartışmayı terk eden kimseye Allah Tealâ cennetin ortasında bir köşk ihsan eder. Haklı olduğu halde tartışmayı terk eden kimseye ise, cennetin en yükseğinde bir köşk ihsan eder.” (Tirmizî, Birr, 58 (nr. 1994); Ebû Davud, Edeb, 8 (nr. 4800); İbn Mâce, Mukaddime, 7 (nr. 51))
 şanına, imanına hiç yakışmayan bâtıl bir iddiaya girer de bunu bir noktada bırakırsa Cenab-ı Hak lütfuyla bir ihsanda bulunuyor. Haklı olduğu bir meselede iddialaşmayı bırakan ise öncekinden daha büyük bir sevap alıyor. Böylece haklı bile olunsa tartışmanın terkinde hayır olduğu ifade edilmiştir.
Münakaşanın terki aynı zamanda nefsin hastalığı olan kötü halin tedavisine de vesile olur. Kişi münakaşayı terk ettikçe kendisini üstün görmeye sebep olan kibrini kırar ve başkalarını küçük gören hayvanî sıfatını söküp atar. Hakikaten her hastalığın tedavisi o hastalığa sebep olan şeyden uzaklaşmakla mümkündür. Aksi halde tartışmaya devam etmek kişide alışkanlık haline gelir. Sonra bu hastalık benlikte öyle yer eder ki, kurtulmak çok zor olur.
Kişi sıkı bir tartışmacı olsa ve insanlar da bu kabiliyeti sebebiyle onu övse, o kişi halk tarafından kabul edildiğini, üstün biri olduğunu düşünür. İşte o zaman tehlike daha da büyümüş demektir.
İnsanda öfke, kibir, gösteriş, makam sevgisi, kendini üstün görmek gibi sıfatlar hakim olduğu zaman bunlardan kurtulmaya kolay kolay güç yetiremez. Bu huylardan birini temizlemek büyük bir gayret ve mücahede isterken hepsiyle nasıl baş edebilir? Tartışmada ise bütün bu kötü hallerin tamamı mevcuttur.
İnsan için en hayırlısı, aynı kıbleye yöneldiği müminleri suçlamaktan uzak durmasıdır. Yanlışı olan birini gördüğü zaman onu baş başa bir ortamda nezaketle uyarmalı, asla mücadeleye girmemelidir. Karşısındakine nasihatin fayda vermeyeceğini anladığı zaman ise bırakıp kendi nefsiyle meşgul olmalıdır.
Allah Rasulü s.a.v. şöyle buyurur:
“Dilini müslümanları kötülemekten çeken ve hata edeni gücünün yettiği en güzel bir üslupla ikaz eden mümine Allah rahmet etsin.”
Hişâm b. Urve r.a. diyor ki:
“Peygamber Efendimiz s.a.v. bu sözünü yedi defa tekrar etti.” (İbn Ebü’d-Dünya, Kitâbü’s-Samt, nr. 137; Deylemî, Firdevsü’l-Ahbâr, nr. 3026.)
Edep ve nezaket yolu
İslâm, müminlere dine ve dünyaya ait bütün işlerde taassup ve ifrat göstermeyerek tahammüllü olmayı emrediyor. Hz. Peygamber s.a.v. yirmi üç yıl insanları dine davet etti. O hikmetle, etkili nasihatlerle davette bulunmak, ılımlı hareket etmek hususunda en güzel örnekti. Çok şefkatli ve merhametliydi.
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber s.a.v.’e hitaben buyuruluyor ki:
“(Rasulüm!) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Doğrusu Rabbin kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O doğru yolda olanları da en iyi bilir.” (Nahl, 125)
Bu ayet, İslâm’ın davet prensibini ortaya koymaktadır. Allah yoluna hikmet ve güzel sözle çağırmayı emretmektedir. Çünkü bilgisiz, hikmetsiz, kaba sözlerle, taassupla hareket etmenin yararı değil, zararı verdır. Hikmet ve tatlı dil ise gönülleri etkiler, insanları yumuşatır, yoldan çıkmışları yola getirir. Yani münakaşa davet metodu değildir. Amacı karşıdakini susturmaktır. Hasım cevap vermeyip susabilir ama gönlü kabul etmez. Onun için ayette cedel ve tartışma davet metodu yapılmamış, Allah yoluna sadece hikmetle ve güzel öğütle çağırılması ve en güzel biçimde çaba gösterilmesi emredilmiştir.
Gerçek mümin de kimseyle cedelleşmez, münakaşa etmez. Bilir ki münakaşa düşmanlıkların çoğalmasına sebep olur. Herkesle iyi geçinir, sert davranmaz. Kalp incitmekten korkar. Kalpleri Allah Tealâ’nın evi bilir.
Aynı şekilde fitne de çıkarmaz ve buna sebep olmaz. Dine ve dünyaya zarar verecek işlerden sakınır. Güler yüzlü, tatlı dillidir. Allah Tealâ’nın hoşnutluğunu kazandıracak işler yapmak için gayret eder. Sabreder, affeder. Her anlaşmazlıkta, her sıkıntıda kusuru önce kendisinde görür. Salih ve sadık insanlarla arkadaşlık eder, onlarla yakınlık kurar.
Uygun bir şekilde hakkı söylemenin dışında tartışmayı terk etmek, öfkeden uzak durmak, yumuşak davranmak ve insanlarla iyi muamele etmek ariflerin ahlâkındandır. Zira iyiliğe karşı iyilik her kişinin işidir. Fakat kötülüğe karşı iyilik ise er kişinin işidir.
Veli kullar, “Bizim yolumuz tartışarak mücadele yolu değil, sevgi ve  yoludur” ilkesiyle hareket etmişler, başkaları ile kavga ve mücadele yerine nefsle mücahede ve gönüllerin fethini prensip edinmişlerdir. Kendilerine yöneltilen tenkitlere dahi genellikle sükûtla cevap vermişlerdir.
İslâm, ilişkilerde ılımlı olmayı, nezaketi ve güzel üslubu terk etmemeyi emretmektedir. Kur’an-ı Kerim’de “Sen, kötülüğü en güzel şekilde sav.” (Müminûn, 96) buyurulmaktadır. Bu ayet-i kerimede insanlarla münasebetlerde en güzel davranış şekli bildirilmektedir. Bu da kötülük yapanın düşmanlığını dostluğa, öfkesini sevgiye dönüştürmek için ona iyilik yapmaktır. Diğer bir ayette ise, “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel şekilde sav. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki candan bir dost olur.” (Fussılet, 34) buyurulmaktadır. İçimizde tartışma kıvılcımı çaktığı zaman bu ilahî emri hatırlamak ve ahireti düşünmek bizi yanlışa düşmekten alıkoyacaktır. Zaten ahireti dünyaya tercih etmemiz gerektiğini, kendi nefsi adına insanlara galip gelmenin ahirete faydası değil zararı olduğunu biliyoruz. Bu şuur benliğimizde yer ettiği zaman ahlâkımız güzelleşecek, Mevlâmız’ın rızasına yaklaşmış olacağız.
Allah Tealâ yüce kitabında cennetteki kullarından söz ederken “Onların altlarından ırmaklar akarken, kalplerinde kinden ne varsa hepsini çıkarıp atarız. Ve onlar derler ki: ‘Hidayetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah’a hamdolsun!’ …” (A‘raf, 43) ve “Biz, onların gönüllerindeki kini söküp attık; onlar artık köşkler üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler olacaklar.” (Hicr, 47) buyurmaktadır.
Bu  duygusundan daha güzel bir duygu yok. Elbette cennette değiliz, burası dünya. Ama bu dünyayı cehenneme çevirmenin herkesten önce kendimize zararı var.
Tartışma Çeşitleri
Türkçede “tartışma” kelimesiyle ifade edilen konuşma şekli, İslâm literatüründe hedef ve üslup farklılıklarına göre farklı isimlerle tanımlanmıştır. Bunların en yaygın olanları şunlardır:
• Münakaşa, tartışma kelimesinin tam karşılığıdır. Muhatap rakip olarak görülür, amaç onu alt etmek, meydandan muzaffer ayrılmaktır. Hangi tarafın haklı olduğu, sonucun taraflara ve dinleyenlere ne kazandırdığı hiç önemli değildir.
• Münazaa, ağız kavgası, çekişme, nizalaşmadır.
• Münazara, edep ve nezaket ölçüleri çerçevesinde bir konu etrafında karşılıklı konuşmaktır. İlmî fikir alışverişi bu kapsamdadır.
• Müzakere, karşılıklı olarak konu hakkında görüş bildirmek, hatırlatmalarda bulunmak demektir.
• Muaraza, karşı tarafın ileri sürdüğü delile hücum etmeyip, onun zıddını ispat eden diğer bir kanıt ileri sürmektir. Karşıdakinin fikrini doğrudan çürütmek yerine, kendi fikrini savunma yolunu tutmaktır.
• Müdavele-i efkâr ise fikir alışverişidir. Bundaki hedef, bir konuya dair fikirlerin farklı bakış açılarıyla ortaya konulmasıdır. Böylece daha doğru bir sonuca ulaşmak hedeflenir.
Bu konuşma türleri içinde en verimsiz ve faydasız olanları münakaşa ve münazaadır. Fakat ne yazık ki günümüzde en yaygın olanları da bunlardır.
Nefsi Kırmak İçin
Bir gün İmam-ı Azam rh.a. hazretleri, önceleri ilim halkasına katılıp daha sonra terk eden Davud-i Tâî k.s. hazretlerine:
– Niçin inzivaya çekildin (halktan ayrıldın), diye sordu. Davud-i Tâî k.s.:
– Tartışmayı terk etmek suretiyle nefsimle mücahede etmek için, dedi. İmam-ı Azam hazretleri:
– İlim meclislerine katıl, anlatılanları dinle fakat konuşma. (İşte senin için nefsini kıracak mücahede budur) dedi. Davud-i Tâî k.s. hazretleri diyor ki:
– Ben de öyle yaptım. Gerçekten nefsim için bundan daha güç gelen bir mücahede görmedim.
Cedel Diye Bir İlim
Allah Tealâ’nın kitap ve peygamberleri vasıtasıyla hak ve hakikati bildirmesine rağmen tarih boyunca çeşitli kişi ve gruplar bu hak ve hakikatin hilafına iddialar ortaya koymuşlardır. İslâm’dan sonra da devam eden bu hilaf-ı hakikat iddiaların önünü almak için alimlerimiz “cedel ilmi” denilen bir ilmin usullerinden faydalanmışlardır.
Cedel Arapça bir kelimedir ve “sağlam olmak, sert olmak, düşmanlık veya tartışmada çetin olmak, birini sert bir yere düşürmek, cephe almak” gibi manalara geliyor. Anlam derinliğini hayli yitirmiş  Türkçede ise tartışma, çekişme gibi kelimelerle ifade ediliyor.
Tabii ki alimlerimizin kastı kimseyle çekişmek, tartışmak olmamıştır. Aksine, etkili söz söylemenin yollarını kullanarak, yanlışı savunanların hatalarını İslâmî delillerle göstermeyi ve iddialarının tesirini ortadan kaldırmayı hedeflemişlerdir.
Cedel ilmi muhalif fikirleri çürütüp doğru fikri üstün kılmaya çalışır. Herhangi bir tezi ispatlama veya çürütme yollarını araştırır. Kendine has prensipleri, kuralları vardır. Etkili konuşmayla ilgili diğer ilimlerden, usullerden de faydalanır.
Tartışmanın Zararları
• Tartışan kişi haklı olduğunu karşı tarafa kabul ettirebilmek için sert, hırçın, öfkeli davranır. Sert ve öfkeli bir kimse ise kontrolünü kaybeder, aklı ile hareket edemez. Muhatabının doğru sözlerine kulak veremez ve kendi yanlışlarını savunmaya devam eder. İtiraz ve muhalefet etmeyi alışkanlık haline getirmek, kimsenin sözünü kabul etmemek çirkin bir huydur.
• Hakkı açıklamak niyetiyle de olsa başkalarını mağlup etmek için yapılan tartışmalar zararlıdır. Bir kimsede tartışmada galip gelme hazzı karşısındakinin ağzından gerçeği duymaktan daha hoş gelirse kötülüğe batmış demektir. Derhal kendini hesaba çekmesi, nefsini terbiye etmesi gerekir.
• Tartışma ve cedelleşme kindarlığa yol açar. Tartışma hiç şüphesiz dostlar arasında kin ateşini körükler. Fikrinin kabul edilmediğini gören tartışmacı muhatabına kin duyar, bazen ömür boyu affedemez.
• Tartışmak, karşıdaki insanı  yerine koymak, sen bilmezsin, ben bilirim demektir. İnsanları cahillikle suçlamak öfkeye sebep olur. Bundan da bir fayda elde edilmez.
• Tartışmanın insanı zorladığı günahlardan biri de gıybettir. Tartışmacı, hasmının sözlerini naklederek, o şöyle dedi, ben şöyle cevap verdim diyerek gıybete düşer. Gıybet ise mahza ateştir.
• Tartışmacı galip gelirse övünür, kendisiyle gurur duyar. “Şöyle şöyle dedim, susturdum!” der. Kendini beğenmişlik ise yasaklanmış bir haldir.
• Tartışmada üstün gelmek için muhatabın kusurları sayılır, dökülür. Müminin kusurlarını ortaya dökmek ise yasaktır, günahtır.
• Tartışma esnasında galip gelme isteği ile yalana ya da zanna başvurulur ki bunlar da yasaklanmıştır. Ayrıca dinleyicilerin gözüne girmeye çalışmak da riyayı beraberinde getirir. Tartışmanın hararetiyle bu günahlardan kaçınmak hayli zordur.
• Tartışmak gerçeği inkâra yol açar. Gerçeğin rakibin ağzından çıkmasından hiç hoşlanılmaz ki bu da kişinin maneviyatı açısından bir felakettir.
• Tartışma inada sebep olur. Bu inatla doğruyu kabul etmek imkansızlaşır.
• İnsanlarla cedelleşen, münakaşa eden kimse mürüvvetsiz olur. Böyle insanlar başkaları tarafından sevilmez, dostları olmaz.

Hal Dili

Hâl Dili

Hâl Dili
Kapı Her  Açık
Ebu Abdurrahman Sülemî k.s. anlatıyor:
Bir gün Rabia Adeviyye k.s., Salih Murrî’nin meclisine uğradı. O esnada Salih Murrî:
– Her kim kapıyı çalmaya devam ederse, kapının kendisine açılması umulur, diyordu. Bu sözü işiten Rabia Adeviyye şöyle dedi:
– Hayır, doğrusu kapı açık! Fakat sen o kapıdan girmiyor, kaçıyorsun! Daha bu yolda attığın ilk adımda hata edersen maksada nasıl ulaşacaksın?
Ebu Abdurrahman Sülemî k.s., Uyûbü’n-
Günahlarımı Kim Taşıyacak?
Hz. Ömer r.a. fakirlere, yetim ve dul kadınlara sırtında un taşırdı. Bir defasında onu un taşırken gören birisi:
– Ey Müminlerin Emiri, bırakın ben taşıyayım, dedi. Hz. Ömer r.a. ona şu cevabı verdi:
–  günü günahlarımı kim taşıyacak?
İmam Şa’rânî, Tabakâtü’l-Kübrâ
Bilip de  Etmeyen
İlmiyle meşhur sahabilerden Abdullah b. Mesud r.a. şöyle der:
“Bilmeyen kimseye öğrenmediği için bir kere yazıklar olsun! Bilip de bildiği ile amel etmeyene yedi defa yazıklar olsun.!”
İmam Şa’rânî, Tenbîhu’l-Muğterrîn
Derin İlim
Bir defasında İmam Malik hazretlerine:
– İlimde derinleşenler kimlerdir, diye sorulunca şu cevabı verdi:
– İlmiyle amel edenler ve kendilerinden önceki İslâm alimlerinin izinden giden kimselerdir.
Tenbîhu’l-Muğterrîn
Önce Ne Yapmalı?
Büyük alim ve mutasavvıf Haris Muhasibî k.s. anlatıyor:
Bir defasında Ebu Cafer Muhammed b. Musa’ya:
– Allah’a gidilecek yolda yapacağım ilk iş nedir, diye sordum.
– Allah Tealâ’nın bildirdiği şekilde O’na yönelmektir, dedi.
– Allah’a yönelmenin manası nedir, diye sordum.
– Tövbe etmektir ey genç, dedi.
– Peki tövbe nedir, diye sordum.
– Tövbe, günahlara pişmanlık duymak, ısrarla işlediğin o günahlara yine ısrarla dönmemeye azmetmek, kararlı olmak, günaha götüren her şeyden kaçmaktır. Zira Allah Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır: ‘Bir de onlar, işledikleri o kötülüklerde/ günahlarda bile bile ısrar etmezler, o günahları sürdürmezler.’ (Âl-i İmran, 135)”
Haris Muhâsibî, el-Kasd ve’l-Rücu‘u İlellah
 Pınarı
 kulun kalbine girdiği zaman Allah bundan hoşnut olmaz. Bu hoşnutsuzluğu kul ondan ayrılıncaya kadar devam eder.” Hz. Ebu Bekir r.a.
***
“Asıl ilim çok bilgi nakletmek değil, Allah’tan korkmaktır.” Abdullah b. Mesud r.a.
***
“İlim kapalı bir hazinedir, onu sorular açar.” Muhammed b. Şihab ez-Zührî rh.a.